Gerçekçi olmak gerekirse şehre vardığımda aklımdaki tek soru, bu kadar uzun bir sürenin nasıl geçeceği ve bir başıma hiç bilmediğim bir yerde nasıl yaşayacağımdı fakat şehri keşfetmeye başladığım ilk andan itibaren tam anlamıyla Edinburgh’nın büyüsüne kapıldım. Ortaçağ’dan kalma mimarisi, gotik tarzdaki yapıları, kasvetli(!) ve neredeyse sürekli yağmur yağan havası… Birbirinden eşsiz özellikleriyle bu şehirde kısa bir süreliğine de olsa yaşama şansını elde etmiş olmak insanın başına gelebilecek en güzel şeylerden biri olmalı.
Erasmus’un bir diğer önemli özelliği ise alışmış olduğumuz eğitim sisteminden tamamen farklı bir sisteme adapte olma konusunda bizleri teşvik etmesi. Kimileri için Erasmus sadece gezmek için bir fırsat ve ders çalışılmaması gereken bir dönem olarak görülebiliyor fakat gezmenin, keşfetmenin yanı sıra gidilen yerin eğitim sistemini deneyimlemek, kendine akademik anlamda yenilikler kazandırmak da kişinin kendini geliştirmesine katkı sağlıyor. Ders çalışmak asla zaman kaybı demek değil. Yaklaşık 15 yıllık eğitim hayatımda ilk defa kütüphanede düzenli ders çalışmanın ne demek olduğunu Erasmusta öğrendim. Akademik makale nasıl incelenir, üzerinde birçok araştırma yapılmış bir konu hakkında nasıl yazı yazılır, alıntılama nasıl yapılır vs. Zamanımın çoğunu kütüphanede geçirmeme neden olan tüm bu ödevler daha önce öğrenme fırsatı elde edemediğim birçok konu hakkında fikir sahibi olmamı sağladı. En önemlisi ise öğrendiğin her bir yeni bilginin seni biraz daha farklı bir insan yaptığının farkına varmak. Kendindeki gelişmeleri gördükçe kütüphanede geçirdiğin zamanında yaptığın onca okumanın da değerini bir kez daha anlıyorsun. Özellikle de tüm bu bilgileri; Alexander Graham Bell, Adam Smith, Arthur Conan Doyle, David Hume ve daha birçok mucit, yazar ve filozofu bünyesinde barındırmış olan bir üniversiteden edinmek paha biçilemez.
Peki, ben ders çalışmadığım vakitlerimi nasıl değerlendirdim? Edinburgh’da yapmaktan en çok zevk aldığım şey tek başıma her bir köşesini inceleyerek şehri dolaşmaktı. Bir başkente göre hiç de kalabalık olmayan bu şehirde her bir sokağı dolaşmak, hayaller kurmak ve özgürlüğün tadına sonuna kadar varmak… İstanbul’dan sonra küçük bir yerde yaşamak, istediğin yere yürüyerek gidebilme imkanına sahip olmak, canın istediğinde şehrin ortasında yer alan the Meadows’ta sakinliğin keyfini çıkarmak… İnsanların içinde kendinle baş başa kalabilmek en büyük terapi yöntemiymiş meğer! Pazar günleri eğer güneş de biraz olsun size yüzünü göstermişse uzun yürüyüşler yapmak, Arthur Seat’e karşı oturup ufak bir dinlenme molası vermek; tüm bunlar adeta birer motivasyon kaynağıydı benim için.
Tabii bütün bu tek başına hayatın keyfini çıkarmanın yanı sıra insanın birileriyle iletişim kurmaya da çok ihtiyacı oluyor. Edinburgh’ın belki de İstanbul’daki okul ortamıma kıyasla zayıf bulduğum tek yanı, arkadaş ilişkilerinin daha bireysel olmasıydı. Özellikle de benim gibi güzel bir arkadaş ortamından kopup fazla bireyselliğe maruz kalmış insanlar için bu durum bazen can sıkıcı olabiliyor. Bu sorunu yenmek için kendime birden farklı arkadaş ortamı yaratmaya çalıştım. Yurt arkadaşlarım, yüksek lisans veya doktora yapan Türk arkadaşlarım ve benim gibi değişim öğrencisi olan arkadaşlarımla vakit geçirerek bu eksiği gidermek çok kolay oldu. Özellikle Fransız bir arkadaşımla saatlerce yaptığımız sohbetler, ülkelerimiz hakkında konuşmak ve yaşanan üzücü olaylar karşısında birbirimizi teselli etmemiz, bana kültürler ve yaşam şekilleri ne kadar farklı olursa olsun temelde herkesin sadece insan olduğunu bir kez daha göstermiş oldu.
Belki ilk gördüğünüzde size garip gelecek olan ama alıştıktan sonra yüzünüzde bir tebessüm bırakan kilt giymiş erkekleriyle Edinburgh’da ve William Wallace’ın anavatanı İskoçya’da görülmesi gereken yerler:
1. Edinburgh Castle: Şehrin en çok turist akınına uğrayan tarihi yapısıdır. Yaklaşık 1000 yıldır ayakta kalmayı başarmış olan kalede İskoç tarihine ait birçok bilgiyi bulabilirsiniz. Şehrin hemen hemen her yerinden görülebilen bu yapı yine şehrin en ünlü caddesi olan Royal Mile’ın başlangıcında yer almaktadır.
2. Royal Mile: Eski Şehir bölgesinin merkezinde bulunur. Birçok tarihi ve turistik yapıya ev sahipliği yapar. Royal Mile boyunca yer alan St. Giles Cathedrali, Edinburgh Museum ve the Museum of Childhood görülmeye değer yapılardır.
3. Princes Street: Görkemli Scot Monument ve muhteşem Balmoral Oteli’yle Yeni Şehir’in temelini oluşturan cadde birçok mağaza ve restauranta ev sahipliği yapmaktadır.
4. Holyrood Palace: Britanya Kraliyet ailesinin İskoçya’daki konutudur. Ayrıca bir müze olan saray, Kraliyet ailesi hakkında önemli bilgiler barındırmaktadır.
5. Calton Hill: Edinburgh Castle’ın tam karşısında yer alan tepe belki de şehrin en muazzam manzarasına sahip olan yeridir. Barındırdığı Nelson Monument, Dugald Stewart Monument gibi yapılarla tarihle doğayı bir araya getirmektedir. Ayrıca her sene 30 Nisan’da gerçekleşen Beltane Fire Festival yine Calton Hill’de gerçekleşmektedir. Baharın gelişinin kutlandığı bu festival birçok ilginç gösteriden oluşmaktadır.
6. Grassmarket: Eski Şehir kısmının meydanı olan Grassmarket eskiden her ne kadar cadı avlarına ve büyücülerin idam edilmelerine tanıklık etmiş olsa da günümüzde klasik İskoç Publarına ve dükkânlarına ev sahipliği yapar.
7. Victoria Street: Rengârenk binalarıyla güzel mi güzel bu cadde fotoğraf tutkunları için ideal bir durak.
8. National Scottish Museum: İlk Çağ’dan günümüze İskoçya tarihiyle ilgili bilgilere bu müzeden ulaşabilirsiniz.
9. The Elephant House: Belki de çocukluğumuzun en önemli kahramanlarından biri olan Harry Potter’ın doğduğu kafeyi merak edenlerin mutlaka görmesi gerekli.
10. Highlands ve Loch Ness: İskoçya’ya kadar gelip temiz havanın ve doğanın keyfini çıkarmadan olmaz! Ayrıca Loch Ness’de yaşadığı rivayet edilen Nessie’ye bir merhaba demek şart.
Son olarak viskinin diyarı olan İskoçya’da daha önce hiç denemediğiniz kadar çok viskinin tadına bakmayı unutmayın ki zaten her köşe başında bulunan viski dükkânları size bunu hatırlatacaktır.
Bir gün tekrar görüşebilmek dileğiyle Edinburgh.